Son zamanlarda arkadaşlarımla sohbetlerimizde bir değişiklik fark etmeye başladım. İmalat işi yapan ve dışsatıma da çalışan arkadaşlarımızın çoğu, son zamanlarda artan bir ivme ile, Avrupa dışındaki coğrafyalara mal satmak için ya da işbirlikleri için yolculuk yapmaya başlamışlar.
Özellikle Orta Doğu ülkeleri ve Kuzey Afrika, öne çıkan ülkeler olmuşlar.
Aslında son üç-dört yıl için de ben de bu coğrafyalara sık sık gider oldum. Kuveyt, Mısır, Dubai, Katar, Oman, … hep gittiğimiz yerler oldu.
Eskiden “iş için yolculuk” dendi mi akla Almanya, Fransa, İtalya ya da bilemedin Hollanda gelirdi. Şimdilerde ise nerede ise dünya kazan biz kepçe iş ilişkileri için her yeri gezer olduk !
Gezdikçe de içimiz yanıyor; hem de öyle bir yanıyor ki sormayın !
Son yolculuklarımızın birinde birlikte olduğumuz iş arkadaşımız çok güzel bir tanımlama yaptı bu ülkeler için, “Birinci Dünya savaşından sonra çıkmışız; bir daha da hiç uğramamışız” dedi.
Son derece de haklıydı aslında.
Özellikle petrol zengini Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve diğer ülkeler … bizim ekonomimiz için çok önemli bir kayıp. Hal bu ki Amerikalısı, İngilizi, Fransızı, İtalyanı, Hollandalısı … öyle bir yer elde etmiş ki, görmeler ister.
Afrika ülkelerinin tersine, Arap yarımadasında ciddi bir para birikimi var. Çok, çok, ama çok zenginler. Örneğin Abu Dhabi’de kişi başına düşen yıllık gelir 50.000 dolar ve yine kişi başına dolar rezervi de 160 milyon dolar !!! Suudi Arabistan zaten bütün dünyanın petrol üretim merkezi… Katar, Oman hemen hemen aynı durumda.
Söylenene göre Abu Dhabi’de, yeni bir keşif olmasa bile, 150 yıl daha bu hızla satılabilecek petrol ve gaz rezervi de varmış. Varın siz düşünün zenginliği.
İşte Türkiye Cumhuriyeti bu ülkeleri hep ihmal etmiş; ya da “birileri tarafından” (!) hep ihmal etmemiz istenmiş; biz de hiç “hayır” dememişiz.
Hatta halk arasında, “ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” gibi anlamsız bir laf bile üreterek bu coğrafyanın insanı ile birlikte olamayacağımızı ima etmişiz; çocuklarımıza bunu öğretmişiz.
Ama bu ülkelere gidince görüyorsunuz ki bütün ciddi firmaların başında ve üst yönetiminde Amerikalılar, İngilizler, Avustralyalılar, İtalyanlar ya da Hollandalılar var. Evet, yönetim kurulu başkanı değiller belki; ama icranın başındalar.
Yerel halkdan önde gelen ve iyi yetişmiş, Avrupa’da, ABD’de eğitim almış, bir parça da krala ya da emire yakın vatandaşları karar mekanizmasının başındalar; ama işleri hep “ex-pat” denen bu yabancılar yapıyor. “Vasıfsız işleri” de güney Asya’nın ya da Afrika’nın yoksul ülkelerinden gelenler yapıyorlar.
Aslında son kırk – elli yılda özgürlüklerini kazanan bu ülkeler belki politik ve ekonomik özgürlüklerini kazanmışlar; ama yine de bizce ekonomilerinin çok önemli bir bölümü bu ex-pat’ler nedeni ile Batılı ülkelerin “sömürüsünde”…
Ne yazık ki bu ülkelerde Türkler o kadar azlar ki. Son yolculuklarımızdan birinde kendi işimiz ile ilgili ancak iki Türk arkadaş tanıyabildik. İkisi de orta kademe yönetici; ama firmalarında dürüstlükler, çalışkanlıkları ve bilgileri ile sevildikleri ve istendikleri o kadar belli ki. Sağ olsunlar zaten bizim oraya gitmemize ve iş ilişkilerimizi geliştirmemize de onlar aracı oldular.
İki arkadaşımız da Türkiye’de devlet görevinde çalışırken bu coğrafyaya gelmişler.. Bilgilerini ve görgülerini çalışkanlıkları ile birleştirerek o coğrafyaya katkı sağlıyorlar. Eh, burada kazanamayacakları kadar da çok para kazanıyorlar tabi (haklarıdır da !).
21. yüzyılın ekonomi düzeninde bu türlü “ekonomi misyonerlerine” sonsuz bir gereksinim var. Zaten Türkiye’nin son on yılda öne çıkmasının temel nedeni insanımızın girişkenliği, çalışkanlığı, inatçılığı, yaratıcılığı, başarıya ve paraya açlığı, … değil mi ?
İşte şimdi bu özellikleri, böylesi yetişmiş emeğe gereksinimi olan ülkelerde de kullanmalıyız. Bu yüzyılın “sömürgeciliği” de ancak böyle yapılıyor. Ülkemizde hala ciddi bir sorun olan İngilizceyi etkin kullanım konusunu da aşarsak bu coğrafyalarda bütün önemli işlerin başında on yıl içinde Türkleri görebiliriz.
Ertuğ Yaşar;
Tuzla, İstanbul; 22.08.2013