Hayat bazen ne kadar yavaş, bazen de ne kadar hızlı geçiyor ve değişiyor değil mi ? Aynı ekonomi gibi…
Daha bir yıl öncesine kadar en büyük ekonomik sorunumuz cari açık iken bakın bir yılda nerelere geldik… Artık cari açığın falan (biraz Turizm gelirlerinin hesaplanma yöntemi değiştirilerek; biraz da “meğerse İran’a da bu kadar altın satıyormuşuz” diye karar vererek !!!) esamesi bile okunmuyor.
Varsa yoksa tek derdimiz ekonomik BÜYÜME !
Örneğin bu hafta başında açıklanan Mart ayı imalat sanayi verileri de hala ekonomik canlanmanın yeterince başlamadığını bizlere bir kere daha sayısal olarak da gösterdi.
Sanırız Merkez Bankası da, ekonomi yönetimi de, cari açıkla mücadele etmek için soğutma kararı aldıkları ekonomiyi fazla yavaşlattıklarını düşünüyorlar. Ateşi yeniden harlamak gerekiyor; ama her mangal yakanın çok iyi bildiği gibi, körlenen ateşi harlamak o kadar da kolay olmayacaktır…
İşte bugünlerde canlandırılmasına çalışılan ekonominin canlanma formülü olarak görülen ilaçlardan biri de faizlerin düşmesi / düşürülmesidir. Özellikle Merkez Bankamız aldığı önlemlerle faizlerin düşmesini; bu sayede de ekonomide canlanmanın hızla başlamasını amaçlıyor.
Bu açılım çerçevesinde birkaç haftadır Negatif Faiz gündeme geldi. Merkez Bankası gösterge faizi ile enflasyon karşılaştırılarak Türkiye’de faizin artık negatife döndüğü; yani yatırım ve tüketim için gerekli ortamın oluştuğu izlenimi verilmeye çalışılıyor.
“Negatif Faiz” söylemine birkaç noktadan bizim de katkımız olabilir mi ?
Öncelikle bizce faizin “negatif” olup olmadığı “önceden” bilinemez; ancak “sonradan” hesaplanabilir. Çünkü faiz bugünkü bir göstergeyse de enflasyon dönem içinde gerçekleşecek bir veridir.
Yani ülkemizde 2013 yılının ikinci yarısında negatif faiz olup olmadığını ancak 3 Ocak 2014 günü, yani Aralık ayı enflasyonu açıklanınca geriye dönük bir hesap yaparak anlayabiliriz. O tarihten önce yapılacak bütün hesaplar ancak kuramsal beklentiler olacaktır.
Diğer yandan ekonomiyi asıl etkileyen faiz, ne yazık ki Merkez Bankasını gösterge faizi değil, bankaların piyasada uyguladıkları faizdir (her ne kadar piyasa faizi Merkez Bankası gösterge faizinden etkilense de, aralarında somut formülsel bir bağ yoktur).
Ve yine ne yazık ki faiz piyasası oligopol bir piyasada belirlenmektedir.
Ya da faiz, kredi alıcısı değil, kredi satıcısı pazarıdır. Yani Piyasa faizini az sayıda banka belirler. Türkiye’de (diğer bir çok ülkede olduğu gibi), en büyük on bankanın mevduata ödemek istediği faiz, mevduat faizi olur. Aynı biçimde en büyük on bankanın kredilere uyguladığı faiz de piyasa faizini belirler.
Bunda şaşıracak ya da kızacak bir durum da yoktur aslında.
Her ne kadar Türkiye’de toplam mevduat ve krediler toplamı 850 milyar TL gibi büyük bir rakam olsa da, aslında ülkemizde finansman piyasası oldukça sığdır. Sadece çok az sayıda firma (ya da tüketici), banka kredisi dışında başka kaynaklardan (yurtdışı krediler, bono satılması, halka açılma, stratejik finansal ortak, vd …) finansman bulabilecek durumdadır. O nedenle de piyasa faizi, bankaların istediği faiz olmak zorundadır.
Ekonomi yönetimimiz 2001 yılından bu yana yeni banka kurulması konusunda çok katı ve sert kriterler (örneğin yabancılar için 300 milyon dolar sermaye getirmesi koşulu) izlemektedir. Bu kriterler bir parça yumuşatılmış olsa idi, belki de bankacılık piyasasında rekabet daha fazla olur ve kredi faizleri de oligopol olarak değil de daha rekabetçi belirlenebilirdi.
Mutlaka ki ekonomi yönetimimiz, kredibilitesi yüksek yabancı patronların / sermayenin üç kuruş ile Türkiye’ye gelerek bizim taşımız ile (bizim sermayemiz ile) bizim kuşumuzu vurmasını istemediği için bu kriteri koymuştu. Belki de artık bu kriterin bir parça yumuşatılması zamanı gelmiş olabilir mi ?
Haziran ayı ile birlikte zaten yaz tatili dönemi başlayacak ve tatil rehaveti içinde ekonomik / politik konular ikinci ve üçüncü plana gidecektir. Ancak unutmayalım ki önümüzdeki iki ya da üç ayda yapılacaklar (ve yapılmayanlar), Türkiye’nin 2013 sonbahar ve kış ekonomi ekonomik büyümesini belirleyecektir.
Ertuğ Yaşar;
Tuzla, İstanbul; 15.05.2013