İş yaşamında olan herkes ister istemez fark ediyor: Küreselleşme yayıldıkça dünya “küçülüyor”.
Küçülen dünya, hemen her değişimde olduğu gibi, biz iş adamlarına hem olanaklar yaratıyor, hem de tehlikeler.
Olanaklar ve fırsatlar yaratıyor, çünkü daha birkaç yıl öncesine kadar mal satmayı bile düşünemeyeceğimiz pazarlara girme olanakları doğuyor. Ya da yakın zamana kadar hammadde satın almayı beceremeyeceğimiz coğrafyalardan daha iyi olanaklarla girdilerimizi temin etme olanakları ortaya çıkıyor.
Ya tehditler ve tehlikeler ?
Onlar da olanaklar ve fırsatlar kadar büyük aslında.
Yani nasıl biz değişik, uzak ve eskiden girilmesi nerede ise olanaksız ülkelere mal satabiliyorsak; oralardan hammaddemizi ya da girdimizi daha ucuza temin ediyorsak, işte o pazarların satıcıları da kolaylıkla bizim pazarımıza geliyorlar. İşimizi zora sokuyorlar; bize satışlarımızda güçlük çıkartıyorlar.
Değişimlere ancak biz de, bizim işletmemiz de değişirsek karşılık verebiliriz. Bazen değişsek bile, değişimi yanlış algıladığımız / yorumladığımız ya da zamanlamasını yakalayamadığımız için başarısız olabiliriz.
Yine de her işletmenin başarılı olması için gereken değişmez formüller de var tabi. Yani:
- hesabını iyi bilmek gibi (iyi muhasebe, maliyet hesabı ve alacak takibi);
- satışlarını iyi izlemek ve müşterilerin ile her zaman yakın temasta olarak; onların isteklerini, gereksinimlerini, geri bildirimlerini ve şikayetlerini ilk elden anlamak ve bunlara çözüm üretmek gibi;
- satın almayı iyi denetleyerek ve iyi yaparak alırken kar etmek gibi;
- finansmanı düzgün sağlamak ve en az özkaynak / sermaye ile yüksek finansal riske girmeden en fazla iş cirosunu ve kazancı üretmek gibi;
Bütün bunlar tabi ki mikro konular. Yani firma / patron / yönetici düzeyinde yapılacak işler.
Ya makro konular ?
Yani devletin, politikacıların ve bürokratların yapması gerekenler ?
Onların yapması vaz geçilmez olanlar konusunda da uzun bir liste yapabiliriz tabi ki. Ama ben hiç öyle uzun bir listeye falan girmeden çok daha pragmatik davranacağım. Her şeyin başı olan finansa değineceğim.
Profesyonel işimiz gereği bir olanak oldu, geçen haftalarda Eximbank genel müdürü ve yardımcıları ile bir toplantıda bir araya geldik. Eximbank’ı nerede ise yirmi yıldır bilirim, izlerim ve çalıştığım firmalarda da kullanırdık. Ama son yıllarda işimiz pek düşmemiş; ayrı kalmışız.
Hal bu ki bugünün vahşi uluslararası rekabet ortamında artık farkı yaratan da ufak ayrıntılar değil mi ?
Eğer siz alıcınıza gidip de “bak benden mal alırsan sana ciddi bir teminat olmadan X ay / yıl vadeli; Y faizli bir alıcı kredisi de temin edebilirim” derseniz işin rengi tamamen değişiyor.
Bu farkı yıllar önce anlayan Norveç ve Almanya gibi ülkeler, bizdeki Kredi Garanti Fonu benzeri oluşumlar sayesinde, rahatlıkla yurtdışı alıcıları kredilendiriyorlar. Bu sayede aslında kesinlikle Norveç ya da Almanya’dan almayacağınız, hem de fiyatı yüksek bir ürünü, satın alıyorsunuz.
Siz de memnunsunuz satıcı da.
İşte Türkiye’nin özellikle Afrika kıtası ülkeleri pazarlarına girerken izlemesi gereken politika da bizce budur.
Evet, bazı batak krediler olabilir. Eğer gerçekten bir suistimal / kötü niyet yoksa ve alınan ticari risk gerçekleşti ise,
Eximbank bu bataklar için kesinlikle sorumlu tutulmamalı ve esasen ihracatın finansmanının yaratacağı satış artış etkisi hep öncelikli düşünülmelidir.
Göreceksiniz böylesi bir destek ile özellikle KOBİ’lerimizin değişik coğrafyalara ihracatında ciddi bir zıplama olacaktır.
Ertuğ Yaşar;
Tuzla, İstanbul; 31.07.2013